19 Eylül 2016 Pazartesi

GREGOR'UN DİĞER YÜZÜ



           Bir sabah uyandığımda kendimi devcileyin bir böceğin karşısında buldum.Zırhı andıran sertlikteki bir koltukta yarı uzanmış bir şekilde oturuyordum. İnce ve uzun boynunun üstünde kocaman gözleriyle tepkisiz bana bakıyordu böcek.
           Etrafta  bembeyaz bir aydınlık var. Önündeki masada işkence aletleri kullanılmaya hazır bekliyor. Büyük bir böcek bana işkence yapacak , hiç gelemem böyle şeylere, konuş desin hemen anlatayım ama ne anlatacağım? Neden buradayım? Yakınlardan işkence sesleri geliyor , anlaşılan yalnız değilim. Bu beni rahatlattı mı yoksa  daha mı çok gerdi mi? Emin olamadım. Neyse şimdi buna kara verecek durumda değilim , kurtulursam düşünürüm belki. Kurtulursam akşam kirayı da vereyim artık , gene maaşın yarısını ev sahibine hediye et , ne güzel dünya...
          Beyaz önlüklü bir kadın gelip aletleri kontrol ediyor. Böcek işkenceyi kendisi yapmayacak bu kadına yaptıracak anlaşılan. Zaten kocaman gözlerinden başka işe yara bir uzvu yok gibi görünüyor. Cesaret edip başka taraflarına bakamıyorum. Kadın böceğin gözlerinin altına - normalde çene bulunması gereken yere - uzanıyor. Bu bir çeşit tapınma mı yoksa centilmen böcek kadının elini mi öpecek? Emin olamadım. Çok düşünmeme gerek kalmıyor; kadının eli çeneye dokunur gibi olunca , dev böceğin dev gözlerinden dev bir ışık parlıyor. Gözüm! Işık değil ateş sanki; yandı gözlerim. Bu nasıl iş böceğin gözünden ışık çıkar mı? Ateş böceklerinin gözünden mi ışık çıkar kıçlarından mı? Hiç ateş böceği görmüş müydüm? Emin olamadım. Göremiyorum , sadece beyaz. Arkadaş ilk dakikadan adamın gözü kör edilmez ki! Böcek kafasını aşağı eğdi galiba. Biraz rahatladım açtım gözümü , hafif bir yaş aktı sağ gözümün kenarından. Tamam bu bana yetti konuşacağım. İyi de ne konuşacağım bir şey demiyor ki pörtlek göz anca bakıyor öyle.
        Kadın eldiven takıyor , ağzımı açıyor. Sıra ağzımda. İşkence aletlerinden birini alıyor eline , üzerime eğiliyor. Biraz aşağıya baksam göğüslerini görürüm , büyük mü acaba? . Kadın çıtı pıtı bir şey aslında değildir. Her çıtı pıtı kadını göğüsleri küçük mü olur? Emin olamadım. Neyse şimdi işkencecimin göğüslerine bakarak kalan onurumu zedeleyemem. Dim dik yukarı bakıyorum zaten böceğin gözü üstümde... Deme bir şey öyle bak şerefsiz böcek. Kadın ağzıma soktuğu çubuğu hareket ettiriyor ama canımı yakmıyor. Ağzımda keşif mi yaptı ne yaptı zalımın kızı. Başka bir alet almak üzere doğruluyor  - baksa mıydım?
       Diğer işkenceciler de böyle bir böcek ve bir kadından mı oluşuyor? Ne saçma yer lan burası. Bir baksam mı etrafa? Benden beter durumda olan var mı acaba? Daha bana bir şey yapmadılar ki vardır tabi . Kadın tekrar eğiliyor bu sefer elinde sivri uçlu bir alet var ; hah başlıyor işte. Ulan böcek kurtulursam gözlerini oyacağım. Kurtulursam faturaları da yatırayım,  sudan da trt payı alıyorlar mı? Emin olamadım.
                  - Biraz canınız yanacak.
                  - Aaaaaaaaahhhhhhhhh




Cef..

8 Eylül 2016 Perşembe



 Leningrad Cowboys Go America (1989)


 1986'da müzik kariyerlerine başlayan bir grup Leningrad Cowboys. İlginç saç kesimleri ve giyim tarzları, esprili şarkı sözleri ile fark yarattıkları kesin. Finli yönetmen Aki Kaurismaki'nin ilgisini çekiyor ülkesindeki bu garip müzik grubu..


Filmde ise müziklerini pazarlama, bir şana şöhrete kavuşma isteği ile Amerika'ya yolculuğa çıkıyor grup üyeleri. Ne de olsa Amerika'da her saçmalığa yer var mantığıyla. Böyle bir grubun da Amerika yolculuğunda başına gelenler fazlasıyla komik oluyor haliyle.



Güzel müzikler eşliğinde keyifli bir yol filmi Aki Kaurusmaki'den...

7 Eylül 2016 Çarşamba



 Sıcak bir Eylül gecesi hazır henüz o sonbahar hüznü çökmemiş durumdayken asfalta yazdan kalan bu tatlı sıcaklığı güzel bir şarkı ile taçlandırmak istedim. Hava bu kadar umut kokarken insan ne kadar umutsuz olduğunu iddia etse de- ben gibi - yine de akla gelen şeylerde umut bulutları mavi mavi gülümseyebiliyor. Şarkı seçimim biraz meyveli şarap eşliğinde umarım daha hoşunuza gidecektir.



Mültefit


İzmir, Batı Ege menşeli bir grup Kırıka. İki baba albümü var, biri "Kabasaz" diğeri "Yılların Ettiğini". Kırıka'nın üstünde durduğu nokta, Batı Anadolu ve Ege'de yaygın olan bazı formları - bunlar zeybek, karşılama, sirto, kasap havası, çiftetelli gibi- kullanmak ve bugünün sözleriyle, dertleriyle, sevinçleriyle besteler yapmak. Brenna abla ile yaptıkları düet ve en bilindik şarkıları "İspirtocu Saim"..






O Homem do Futuro/Geleceğin Adamı (2011)


 Biz mi kaderi şekillendiriyoruz yoksa kader mi bizi şekillendiriyor. Her ikisi de ya da ikisi de değil.

 Brezilya yapımı bu film de zaman yolculuğu işlenen konu. Konu çok bayağı olsa da artık Latin Amerika kafası bu konuyu izlenir kılıyor.
Bilim adamımız Zero bir zaman makinesi icat eder ve 20 sene önceki hayatının aşkını kaybettiği ana geri döner.

 Başrolde Narcos'un Escobar'ı Wagner Moura var. Eğlenceye, sürprizlere ve Portekizceye doyabileceğiniz bir film.

2 Eylül 2016 Cuma


Ben kim miyim? Biraz senim, biraz ben. Biraz sizim, biraz biz, biraz da sizli bizli…
Ben kim miyim? Alim olma yoluna çıkan bir deli, veliliğe şaşıran bir er kişi…
Ben kim miyim? Biraz falanım, biraz filan, bir tutam da yalan…
Ben kimim, kimim ben? Gözleri açık uyuyan bir hayvan, hayvandan hallice bir insan…
Biraz bukalemunum, biraz yılan, birazcık da çıyan.
Kimim ben? Bir çocuk, bir lisan. Bir harf, bir ses, dumanı tüten bir baca, birazcık da sis.
Büyüdüm, oldum bir kelime bir işlem.
Biraz yardımsever, çokça vurdumduymaz, fazladan az bir seda, biraz duygusuz, belli ki doyumsuz…
Kimdim ben, kim oldum? Kıvrak bir soru işareti, dimdik bir ünlem, alfabenin iç sesi…
Ben neyim? Bir antipati, bir telepati, kalbim de birazcık F tipi…
Biraz Batı, çokça İç Anadolu, boydan boya Ankara…
Birtakım çelişki, biraz devrik, biraz da içli…
Çokça bohem, fazlaca karamsar, alabildiğine siyah…
Uçsuz bucaksız tarla, küçücük bir tarla faresi, biraz hırsız, çokça kinli…
Ben kim miyim? Azıcık evlat, azıcık arkadaş, doyurabildiğine dost, doyuramadığına vesselam…
Kimim ben? Biraz çizgi, fazlaca kesirli, azıcık dört işlem, bolca nokta…
Bil bakalım kimim ben? Biraz tuzlu, fazlaca acı, azıcık haydari, yanında şalgam.
Biraz otum, buralarda biraz pot…
Yorgunların uğrak yeri, kırgınlıkların kaderi… Ha bir de anamın kederi…
Yok yok bir garip Keloğlan değil. Rakımdan yudumlarım, sonra oturur ağlarım. Bir de Neşet çalarsa hepten harmanım.
Biraz tütün ver susarım. Dumanına dalar, kalbimi hatırlarım.
Fazlaca riskim ben. Kusanların kusmuğu, bozkırın nadasıyım.
Bir küllük içinde bastırılmış, kimsesiz bir izmarit, hiç kullanılmayan kapının koluyum.
Fazlaca belgisiz, bana göre belirsiz, sizce kimsesiz, hatta alabildiğine sessiz, terk edilmiş ama bekleyen bir geminin dümeni, martıların yediği simitlerde bir susam tanesi, bir tutam da zerresi…
Bir kilimin ilmiği, sevgililerin veda busesi.
Bir kibritin kokusu, Dikmen’in yokuşu, kurbanlıkların toklusu…
Asfaltın çakılı, denizin kumu, çayın posası, mısırın koçanı, karpuzun kabuğu, davulun tokmağı, dış kapının da dış mandalı…
Ben bir ambalajım, bir jelatin, belki biraz da keratin…
Ağacın yaprağı, sonbaharın bekçisi, gönlümün dayanılmaz işkencesi…
Başımın migreniyim, ciğerimin son nefesi, karnımın gurultusu, iğnemin deliği…
Çöpümün poşetiyim, duygularımın en ucuz kefareti, belki biraz da kefaleti…
Gecemin karanlığıyım, gündüzümün uykusu, yıllarımın da dipsiz kuyusu…
Ben baş aşağı bir yarasayım, keşke işe yarasaydım.
Ben düşüncelerin sonuncusu, aklımın kuyumcusu, odalarda ışıksız, denizde de hep balıksızım.
Okyanusun damlası, kır atın sol daş.ğı(anca), sağ elimin baş parmağı, onun da olsa olsa tırnağı…
Ben kim miyim? Solundaki isyan, sağındaki feryat figan, önüm arkamsa sobe…
Sobadaki kestane(onun da açılmayanı), kara kalemin arkasındaki diş izi, belki biraz diş ipi…
Ortasından sıkılan diş macunu, rafların tozu, o tipsiz adamın pozu…
Biraz gel-gitlli, zaman zaman heyheyli, azdan çok da serseri…
Tükenmeyen bir yağmur, bitmeyen bir inşaat, fazlaca enkaz, çokça deprem, yangın, sel, felaket. (AKUT sen beni s.ktir et ! )
Ben bir denemeyim, bir yanılma, birden fazla yanılsama…
Bir kokuyum, bir doku, hızlı giden atın seyrek b.ku…
Yılan gibi kıvrak, yavru kedi kadar korkak, ama olsun alnım ak, yüzüm pak…
Ben siyasetin ibneliğiyim, dinin sömürgesi, kapitalizmin bilmem nesi…
Gazetenin herhangi bir köşesi, kitabın son sahifesi, boş bir içki şişesi…
Bir gözün bir hücresi, kulağın üzengisi, dilin ise olmayan kemiği…
Yazın harareti, kışın kıyameti, bebeğin ağzından düşüp duran emziği…
Müezzinin sela sesi, mezarın bir böceği, bir hayatın katili…
Ben bir hastayım, biraz da rahatsızım.
Size edilen bir küfür, edilemeyen o hoş kelimeyim…
Lisanım sizsiniz, özüm benim. Sevgi yolunda çırpınan bir sevgisiz, fazlaca sevimsiz.
Ben babamın diyemediği, ben bir utanç vesilesiyim…

Beni sorarsanız ben kim miyim: Anamın üç beş damla gözyaşıyım.

Meyus
Yemen Blues, Ravid Kahalani -canlı performanstaki garip saçlı solist abimiz oluyor kendileri- tarafından kurulmuş, İbranice olsun Arapça olsun şarkılar ortaya koyan bir grup. Funk, jazz, blues türlerini yerel tatlarla harmanlayarak etkileyici şarkılar çıkarıyorlar. Son albümleri "İnsaniya" ise 2015 yılında çıkmış olup yine kaliteli parçalara sahip. Bu canlı performans da Filistin'de bir nargileci de yapılmış olup çok etkileyici. Şarkının ismi Jat Mahibathi. Türkçesi "Geliyor iki gözümün çiçeği" diyebiliriz aslında..  Nargile tüttüren dayı, güzel saçlı Finli perküsyonist abimiz, solist Ravid'in sesi, ortamdan sanki rahatsız olan esnaf abi... sonlarda zılgıt çeken Filistinli genç gardaşımsın...

1 Eylül 2016 Perşembe



Vodka Lemon/Votka Limon (2003)

  Ermenistan yapımı, Iraklı yönetmen Hiner Saleem'in elinden çıkma politik bir film Vodka Lemon. Başından sonuna kadar karla kaplı bir görüntüyle filmi izleseniz de, çaresizlik ve sefalet durumları karşınıza çıksa da bazı anlar geliyor ki içinizi ısıtıyor.

  Sovyet rejiminin çökmesinden sonra Ermenistan'daki halkın yeni düzene ayak uydurma çabası filmin ana eklemini oluşturuyor. Sovyet rejiminde bireysel özgürlüklerini kazandıkları için mutlu olan insanlar rejim çöktükten sonra gelen işsizlik ve yoksulluğun altında ezilmiş bir pozisyonda kalmışlardır.

 Karısının mezarını ziyaret eden Hamo'nun ve kocasının mezarını ziyaret eden Nina'nın birbirlerine duyduğu ilgi ise filmin bir başka mevzusu. Her gün aynı minibüsle seyahat ederken aralarında başlayan aşk ikisinin de hayata bakışlarını değiştiren çıkış yolu oluyor..

 Film bittiğinde votka limon içmiş gibi ağzınızda mayhoş bir tat kalıyor ne acı ne tatlı..





29 Ağustos 2016 Pazartesi

Yeni Türkü'nün Ankara'dan İstanbul'a taşınması nedeniyle ortaya çıkan ve iki albüm çıkaran güzel bir grup Çağdaş Türkü. Yeni Türkü'nün ilk albümlerine benzer nitelikte bir müzik türü benimsemişlerdir. Grubun elemanları; Yeni Türkü'nün kurucularından Eftal Küçük, Yeni Türkü'nün ilk albümlerine katkı vermiş Erkan Oban, Bahadır Suda ve profesyonel müziğe ilk adımını bu grupta atan Tolga Çandar. Yaşar Miraç'ın şiirinden besteledikleri Rami Kışlası Kapısı...

27 Ağustos 2016 Cumartesi

   Amerikan sinemasının en kötü filmini soruyorlar Hitchcock'a. Verdiği cevap: Hepsi. Amerikan sinemasının o bayağı, sası, her türlü olumlu kavramı en sonunda kendine yonttuğu filmleri (Hollywood'tan kopuk bağımsız sinemasını tenzih ediyorum) yerine, burada Avrupa sinemasının nadide örneklerini veyahut işte kıyıda köşede kalmış etkileyici filmleri tanıtmaya çalışacağız..

 
Mandariinid/Mandalina Bahçesi (2013)

   Gürcistan yapımı olan Mandariinid filminin öyküsü, 1990'larda Gürcistan-Abhazya arasındaki savaşların, çatışmalardan etkilenen insanların hayatlarından bir kesit sunuyor bize.

  Mandalina bahçesi olan Estonyalı Margus ve ona mandalinaları için tahta kasalar yapan marangoz İvo yaşanan bu savaş ortamına rağmen topraklarını, evlerini terketmemişlerdir. Olağan hayatlarına devam ederlerken, evlerinin orada yaşanan çatışma bu olağanlığa bir darbe vuracaktır. 

  Abhazların yanında savaşan Çeçenler ile Gürcülerin arasında yaşanan çatışmada yaralanan iki kişinin, iki düşmanın İvo ve Margus'un çabalarıyla iyileşme süreçleri ve bu süreçte yaşananlar filmin odak noktasını oluşturuyor. 

  İki birbirini sevmeyen veyahut küs insanla aynı ortamda olduğunuzu düşünün, ne kadar zor ve sıkıcı durum. İvo ve Margus ise iki düşmanla aynı ortamdalar ve olağanüstü çaba sarfetmek zorundalar.



  Savaşın anlamsızlığı üzerine gayet başarılı ve dokunaklı bir film. O sonunda Amerikan bayrağının dalgalandığı veyahut Amerikan askerlerinin gelip de olaya el koyup güya barış ortamını sağladığı saçma sapan filmler yerine Mandariinid gibi filmleri izlemek hepimizin akıl sağlığı için gayet makul bir eylem...

*


     Yağmurlu bir Ankara akşamını yavaş yavaş geride bırakırken hala cama vuran küçük damlaları Tevfik Fikret'in bir dizesiyle anmayı ihmal etmemeli;

         "Küçük, muttârid, muhteriz darbeler kafeslerde, camlarda pür ihtizaz " . 


*Ek olarak bu yağmurlu geceyi müziksiz uğurlamak hiç hoş durmayacaktır. Sizleri biraz geçmişe götürmek istedim. 70'lerin efsanelerinden Creedence Clearwater Revival'den Have You Ever Seen The Rain? ile güzel bir gece dilerim.

Mültefit



https://www.youtube.com/watch?v=Gu2pVPWGYMQ



26 Ağustos 2016 Cuma

NALBANT



     Ocak ayının soğuk havasının yanına bir de Ankara ayazının katıldığı en baba iliklerin bile karşısında secdeye durduğu bir gecede, kalenin henüz janti edilmemiş arka taraflarında bir evde Bekir, Nalbant'ın gelmesini bekliyordu. Cebinde biraz ıslanmış çarşafı cigaralık için kullandı. Aslında bayadır harman filan olduğu yoktu arada dalgasına içer hale gelmişti. Ama bu gece farklıydı yerde yatan paramparça olmuş ceset Suat'a aitti. Bu gece onu hırpalasınlar diye gönderdiği adamlar onu bu hale getirmişti. İş sadece Suat'ı döverek öldürmekle kalmamıştı. Bekir'i asıl kara kara düşündüren de bu durumdu.

- Rıza, oğlum bir git bak Nalbant reis mi gelen dışarıdan sesler geliyor.

- Çocuğu göndermen lüzumsuz Tuzsuz benim kim olacak bu saatte başka bu amına koduğumun yerinde.

- Pardon reis.

- Traşı kest, nedir bu durum bana onu bir izah et bakalım.

- Reis, malum bu Suat bizi ne zamandır sallıyordu. Kaç kere ben de gittim ettim hiç laf söz filan da dinlemez olduydu. En son olur olmadık yerde hakkımızda ileri geri konuşunca ben de Fethi ile Hamdi'yi hırpalayın diye gönderdim. Ama biraz fazlaya kaçmışlar.

- Fazlası mı kalmış lan ! siktiğimin müptezellerine iş yaptırırsan olacağı bu döv dersin adamı paramparça ederler. Temizle bu işi Tuzsuz aleme madara etme bizi.

- Reis bir mesele daha var. Bu Suat'ın yanında çalışan iki tane küçük Suriyeli oğlan varmış. Onlar da olay olduğu zaman oradaymış. Çocuklar sağ, zaten Türkçe bildikleri filan da yok içeri odadalar. Ama Fethi pezevengi çocuklara elleşmiş sanırım.

     Bekir, asıl çekindiği durumu en usturuplu şekilde Nalbant'a demişti demesine ama beklediği tepki de gecikmedi. Nalbant, küçük odaya girince iki oğlan çocuğuna tecavüz edildiğini anlaması uzun sürmemişti. İçeriden siniri anlaşılacak şekilde;"Bekir" diye bağırdı. 20 yıldır Kemal'in namı diğer Nalbant'ın yanındaydı kendi ismiyle sadece 3 kez çağırmıştı onu. Ve Bekir diğer çağırdığı iki seferi hatırlayınca işlerin sarpa saracağını baştan anlamıştı.

- O kulampara nerede Bekir ? Çabuk o iti buraya getir. Diğeri gavadı da unutma sakın !

- Tamam reis.

     On dakika sonra Fethi ve Hamdi, Nalbant'ın karşısındaydı. Bekir utançtan Nalbant'ın yüzüne bakamıyordu. Bu alemde her şeyi affetse de Nalbant, çoluğa çocuğa bulaşanlara acıma göstermezdi. Hamdi bunu iyi biliyordu. Bu yüzden kafası jilet gibi de olsa korkusu onu kendinde tutuyordu. Fethi ise yuvarladığı iki palamuttan sonra nal gibiydi. Karşısındakinin Nalbant bile olduğunu zar zor seçiyordu. 

- Hamdi, bir kez soracağım bu çocuklara ne yaptınız ? 

     Hamdi olayın aşikar olduğunun farkındaydı. İnkar onu kurtaramazdı. Fethi'nin kulampara olduğunu cümle alem biliyordu. Olaydan kendisini sıyırma şansı vardı. Kafası iyice boşalmıştı. Derin bir nefes alıp sesine üzgün ton verdi;

- Reis, buraya gelmeden önce biraz keyiflenmiştik. Amacımız biraz dövüp bırakmaktı. Ama Suat çok karşılık verdi. İş kontrolden çıktı. Fethi'de sustalıyı ilk boğazına sapladı. Sonrasını zaten hatırlamıyorum. Adamın öldüğünü anladığımızda bu hale gelmişti. Sonra iki oğlanı fark ettim. Önce olayı gördüler sanırım biraz hırpaladım ama baktım Türkçe filan bildikleri yok. Ben götürüp bir yer de bırakalım dedim. 

- Kısa kes Hamdi

- Tabii ki reis, sonra Fethi şu küçük olan oğlana dokunmaya başladı. Çocukta korkudan bir şey diyemedi. Sonra da önce küçük olanı sonra diğerini götürdü şu dip köşeye ırzlarına geçti.

-Sen ne yaptın izledin mi pezevenk !

     Nalbant'ın eli ağırdı. Hamdi, tokatın etkisiyle geriye savruldu. Dudağı patlamıştı. Bu şekilde bile yırtması mucizeydi.

- Reis, Allah'ım şahit kafam nal gibiydi yoksa ben engel olmaz mıydım bu yavşağa ama ben biraz kendime geldiğimde, Bekir abi buraya gelmişti bile reis, istersen Bekir abiye sor.

     Bekir, olayın en başından beri susuyordu ama bunun sebebi adamları bu işe kendisinin göndermesinden dolayı Nalbant'ın gözünde düştüğü durumdu. Kendi ismi geçince kafasını kaldırıp, Nalbant'a baktı; " Reis ne emredersin"  dedi sadece. Hamdi'nin yüzü kireç gibi olmuştu. Fethi hala nal gibi olduğundan hiç bir şeyi idrak edemiyordu. Nalbant, belinden Smith Wesson'ını çıkardı. Emektar yıllardır Nalbant'ın can dostu olmuştu. "Verdiğim emri ne hale getirdiğiniz ortada daha neyin emrini soruyorsun Bekir ?" dedi. 

      Soğuk hava tek bir sesle ısınmıştı. Fethi'nin kanı boş evde dans ediyordu. Emektar, Fethi'yi tek mermi ile beynini dışarı çıkartacak kadar etkili olmuştu. Bekir yine yere bakıyordu. Hamdi ise kireç gibi olmuş yüzüne rağmen yırtmanın verdiği rahatlığı da yansıtmamak adına Nalbant'ın gözlerine bakamıyordu.

- Bekir, git oğlanları getir bakalım. Sadece bu kulampara mı dokunmuş yoksa bu şerefsiz de yapmış mı bir şeyler ?

      Hamdi bu sefer gerçekten kireç gibiydi. Aklına hiç çocuklara sordurtması gelmemişti. Asıl tecavüze ilk başlayanın kendisi çıkması durumunda akıbetinin Fethi'yle aynı olacağını da artık biliyordu. Nalbant ise bütün kurtluğuyla gözlerini Fethi'den ayırmıyordu. Emektarın namlusu Fethi'ye doğruydu.

      Çocukların zaten beti benzi atmıştı. Fethi'yi öyle görünce küçük olan hemen oracıkta bayıldı. Bekir, diğerine döndü Hamdi'yi gösterdi. Sadece kafa salladı çocuk bir daha asla unutamayacağı bir geceyi sadece kafasını öne arkaya sallayarak uğurlamak ister gibi ..

      Nalbant, gözlerini dikmiş Hamdi'ye bakıyordu.

- Sen bir de bana yalan mı söyledin, it !

- Reis vallahi hatırlamıyorum. Ben bu yavşak Fethi gibi oğlancı mıyım benim ne işim olur erkekle reis. Vallahi şu ottan olmuştur ne olmuşsa..

- Ulan şerefsiz, ulan bana da yazıklar olsun senin gibi it döllerine kapım da ekmek yedirtmişim ya benim de önce bu Bekir'e sonra kendime de sıkmam lazım. Bekir al götür şunu kapıda Tahsin'le, Rıfat bekliyor onlar tutsun. Ben seninle biraz konuşacağım.

   Tahsin'le Rıfat, Hamdi'yi bagaja koymuşlar. Dışarıda Bekir ile Nalbant'ın çıkmasını bekliyorlardı; Nalbant ise içeride belki de yıllar sonra ilk defa Bekir'e karşı sesini yükselterek konuşuyor. Bu hatanın hesabını soruyordu. Konuşmayı sabah ezanı böldü; Nalbant artık cümlelerini daha keskin ve kısa kuruyor, bir an önce bu evden çıkıp gitmek istiyordu.

- Bu oğlanları Antep'e götürün bizim Bakırcı var orada, ona teslim edin. Burayı da Rıfat'a söyle burada kalsın temizlesin olmadı Murat'ı filan da çağırsın. Sabah burası temizlenmemiş olursa o götveren komser yakamıza gene yapışır anladın mı beni ? Herif yapmadığımız şeylerde bile olayı bize iteleme peşinde bir de bu olay olursa hepten üzerimize gelir. Zaten bu koduğumun yerinde oturanlar ötmeye hemen meraklılar anında satışa geliriz.

    Bekir, Nalbant'ın gözünde korkuyu hiç görmezdi lakin son yıllarda Ankara cinayet büroya geçen başkomser Güven, Nalbant'ın çekindiği tek adamdı. Narkotikte uzun yıllar çalışmış eşinin öldürülmesi üzerine dava kapanınca gidip adamları kendi bulmuş. Üçünü de birer kurşunla infaz etmiş bunun üzerine uzunca süre açığa alınmış ama çevresi sayesinde bir şekilde geri dönmüştü. Üstelikte cinayet büroya başkomser olarak. Narkotikteyken Nalbant'ı içeri attıran Güven komserden başkası değildi. Bu yüzden de eşinin ölümünün arkasında Nalbant'ın olduğunu düşünüyordu. Eşini öldürenleri infaz ettiği gibi Nalbant'ı infaz etmek aklından geçmişti ama yeterli kanıt bulamayınca bulana kadar uğraşmaya azmetmişti.

    Rıfat ve Rıza evi temizlemek için mekanda kalırken, Tahsin çocukları diğer arabayla götürdü. Nalbant ve Bekir'de bagajda Hamdi'yle beraber Zir vadisine gelmişlerdi. Bekir ağır adımlarla bagajdan indirdi Hamdi'yi. 

- Sen bana neden Nalbant derler bilir misin Hamdi ?

- Reis sana bir şey sordu cevap versene oğlancı götveren!

     Bekir'den yediği yumruk iki dişini dökmüştü. Zar zorda olsa " Bilmiyorum reis" diyebildi.

- İlk öldürdüğüm herif bir nalbanttı çünkü benim de amcamdı üstelik. Peki ben o soysuz iti niye öldürdüm Hamdi ? Çünkü o çüksüz götveren benim kız kardeşime hallenmişti ağırda kendi öz yeğenine yani anladın mı Hamdi ?

     Hamdi anladığını belirtecek şekilde kafasını öne arkaya salladı. Yediği yumruk sol tarafında felç etkisi yaratmıştı adeta.

- Peki ben soysuz şerefsizi nasıl öldürdüm Hamdi? O yavşağı kendi kullandığı aletle öldürdüm. O nalı kafasına çakarak yani anladın mı haysiyetsiz sapık 

    Bekir bu olayı ilk aynı zamanda tanıştıkları yer olan Adana ceza evinde dinlemişti. O da bir kavga da rastgele salladığı sustalının adamın boğazını kesmesinden dolayı içeri düşmüştü. Kemal, nasıl Nalbant olduğunu bir daha hiç anlatmamıştı ta ki bugüne kadar.

- Bekir bu sapık şerefsizin bizim adamımız olduğunu herkes biliyor değil mi ?

-Evet, reis.

- O zaman ibreti aleme duyurumuzu da yapalım. Bilsinler ki Nalbant kendi adamı da olsa sapıklığa tahammül etmez.

-Eyvallah reis ne yapalım peki bunu ?

- Kullandığı yeri kes bunun ağzına sok sonra da götür kadın doğumun önüne at bunu gören niye öldürüldüğünü anlasın anlasın da gömeni olmasın pezevengin 

- Emrin olur reis.

     Bekir babadan kasaptı o yüzden doğramasını da iyi bilirdi. Alemde gaddarlığı bilinmese de alemin en gaddar adamlarından biriydi. Hamdi'nin üzerine çullandığı gibi iki tekmeyle iyice sersemletti ardından da elindeki küçük bıçakla emri yerine getirdi. Hamdi can çekişirken, Nalbant ile Bekir sessizce birer cigara yakıp gecenin son kurbanının kanının toprağa karışmasını beklediler.

     Yol boyunca hiç konuşmasa da Bekir'in içi içini yiyordu. Güven Komser bu kadar üstlerine gelirken bu yapacakları hamle daha beter hale getirmez miydi durumu ama bunu Nalbant'a soramazdı hele ki bugün asla. Nalbant ise sanki durumu anlamış gibi yol boyunca ilk defa ağzını açtı;

- Güven komseri siktir et, gelecekse gelir üstümüze en fazla yenilerden biri suçu üstlenir. Buradan ne beni vurabilir ne de bizi canını sıkma ama bu da sana ders olsun Bekir, bir daha yarak kürek adamları barındırma.

     Işıyan gün tüm pislikleri örtmüş gibi aydınlattı her yeri Mamak'taki kadın doğum önüne atılan ceset bilgisi çoktan polise ulaşmıştı bile ! Televizyonlar da ise son dakika haberi diye dönmeye başlamıştı. 

     Güven Komser olayı geldiğinde meraklı kalabalık toplanmıştı başına olayın. Torbayı açınca zaten hemen tanıdı kim olduğunu. Tam o anda telefonu çaldı arayan istihbarattan Musa'ydı.

- Efendim Musa, hayrola sabah sabah

- Şu bizim muhbir vardı ya Fethi, hatta sende bir iki olay için kullanmıştın. Heriften ses soluk çıkmadı dün gece bu Kemal mi Nalbant mı ne bunu bir yere gönderecekti. En son onun bilgisini verdi. Sonra heriften ses soluk yok gpsten de bir cacık çıkmadı. Herif açığa çıkmış olabilir ayık ol.

- Sağ ol Musa.

     Fazla detay vermeyi sevmezdi Güven komser o yüzden öldürülen adamın da Nalbant'ın adamı olduğunu söylemedi Musa'ya. Ama Fethi'nin de öldüğünden kesin emindi sadece sebebini bulamıyordu. Bir gecede Nalbant iki adamını niye öldürür ve birini böyle ifşa eder anlayamıyordu.

     Bekir, Nalbant'ı evine bırakmış kendi evine gitmektense ofise geçmiş birazdan polisin de geleceğini tahmin ederek polisi beklemeye başlamıştı ki. Nalbant'ın kilitli dolabında ucu görünen bir zarf gördü. Aslında hiç adeti değildi ama kalkıp ince bir ustalıkla zarfa zarar vermeden çıkarttı. Üzerinde isim yazmayan bir zarftı içini açtı. Banka hesap dökümlerini görünce anlamadığı bir iş olduğu için kurcalamadı ama Nalbant'ın da ne işi olurdu ki ? diye içinden geçirdi. Tam o anda şeytanın kulağında yaptığı senfoninin etkisiyle o an aklına Nalbant'ın telefonun kendisinde olduğu geldi. Araba da unutmuştu Nalbant, Bekir'de inerken fark etmiş gelince alır diye ceketinin cebine koymuştu. 

    Telefonu açtı. Mesaj kutusuna geldi bir kaç sikindirik banka mesajından sonra kayıtlı olmayan bir numaradan gelen bir mesajı gördü. 

< Kemal abi, Fethi istihbarata çalışıyormuş ne yap ne et ondan kurtul. Bu Hamdiyle beraber bir iş çeviriyor olabilirler. Gözlerinden öperim abicim Suat>

     Mesajın tarihine baktı. Tam da Nalbant'ın artık bu Suat meselesini halledin dediği gündü. Kafası iyice karışmıştı Bekir'in ardından bir mesaj alta baktı. Mesajın kimden geldiği yazmıyordu ama numara tanıdık gibiydi sadece çıkartamadı. 

< Abi, ben Fethiyle konuştum, Bekir abi zaten olayı bunları vermiş ama tembihlemiş sadece dövün diye ben senin de dediğin gibi bunlara sadece dövmeyin iyice ezin dedim. Malın da en kralını verdim bunlara zaten o malı içince bunların durma şansı yok. Hatta Fethi'ye, Suat'ın yanında çalışan çocuklardan da bahsettim. Yine senin dediğin gibi abi kimseye bir şey demiyorum.>

     Bekir'in kafasını tamamen gitmişti. Olayı artık kesinlikle anlayamıyordu. Kendi telefonunu çıkarttı rehbere baktı. Numara Kendi adamı Tahsin'in numarasıydı..


Mültefit

Ankara 

27.08.2016







23 Ağustos 2016 Salı

ŞEREFE




-Asarlar mı sence?

-Yok canım nereye asıyorlar, asmazlar, asamazlar.

-Değil mi ya? 10 yıl memlekete başvekillik yapmış adamı asmak kolay mı!


       İstanbul’un kalbi değil de cinsel organıydı Beyoğlu. Işıl ışıl sokakları, cıvıl cıvıl meyhaneleri, gariban, öğrenci mekanı birahaneleri, köşe başları tutulmuş ara sokakları, ölüm gibi kaçışı olmayan çıkmaz sokakları, tarihi binaları, çiftlerin uğrak yeri olan pastahaneleri, ortasından tek tük otomobil geçen istiklal caddesi ve kaldırımlarında yürüyen envaî çeşit insan. 

      Yine o akşam içkili, içkisiz mekanlar yığınla insanı buyur etmişti masalarına. Bir sokakta takım elbiseleriyle kalantor kimseler meyhane masalarında, diğer sokakta durumu “eh işte” olan kimseler tahta masalarda ab-ı hayat suyunu vücutlarına zerk ediyorlardı. Beyoğlu’nun alamet-i farikası buydu işte. Her çeşit insanın olması, farklılığın her adımda anlaşılması fakat ortak noktanın Beyoğlu’nda olmanın verdiği mutluluğun yüzüne yansımasıydı insanlarda.

     O vakitler ülkede aşklar, hüzünler, dertler, sıkıntılar unutulmuştu. Varsa yoksa Yassı ada idi konuşulan. Tüm muhabbetler en nihayetinde oraya bağlanıyordu. Bayar, menderes, köpek davası, bebek davası, düşükler, milli birlik komitesi… Akşam olduğunda herkes radyonun başucuna oturuyor, Yassı ada’da bugün neler yaşandığını öğreniyor, ardından da derin muhabbetlere girişiyorlardı. İşte Beyoğlu’nda da lüks bir meyhanede o derin muhabbetler her masada cereyan ediyordu. Bürokratların, diplomatların, ataşelerin, üst düzey askerlerin ve de onların çocuklarının kısacası sosyetenin uğrak yeriydi bu meyhane.

     Hemen kapının sol yanındaki bir masada bir binbaşı ve Clark Gable görünümlü biri kadehlerini kaldırdı ve “Türk ordusunun şerefine” diye bağırarak tokuşturdu. O bağırtıya ta uç masadan karşılık geldi:

        “Yaşa Türk ordusu, binlerce kez şerefine

     Kısa bir süre alkış koptu ve ardından herkes kendi masasındaki yaşantıya döndü. Binbaşının masasının arka cephesinde oturan 6 kişilik bir grup bu kısa süreli gösteriye pek de cevap vermedi. 10 dakika önce masaya oturmuş 30-35 yaşlarında, iyi giyimli bir gruptu bu. Masa yavaş yavaş donatılmış, mezeler masanın belli başlı yerlerine konuşlanmıştı.  İlk kadehler dolmuş ve bardaklar havaya kaldırılmıştı:

     “Uzunca süredir seyreden müstesna dostluğumuza”

     Bu 6 kişi, 10 yıllık Demokrat Parti iktidarındaki kalkınma hamleleriyle ceplerini doldurmuş, sınıf atlamış ailelerin çocuklarıydı. Darbe ile birlikte içlerinde bir endişe ve korku belirmiş, Yassıada’daki Menderes’in aciz görüntüsü de hüznü beraberinde getirmişti. Darbe bu 10 yıllık iktidarı bütünüyle düşükler diye nitelemişti. Sokaklarda onların adını ağza almak vatana, millete hıyanet demekti. Bu hıyanete girişecek tavırdaydı hepsi aslında ama bir korku vardı içlerinde. Havadan sudan muhabbetlerle kadehler dolup boşalıyordu şimdilik. Masadaki binbaşı zembereğinden fırlamış akrep misali oturduğu sandalyeden doğruldu:

      -Ordunun bu eylemi müstesna bir eylemdir. Bunu inkar eden şerefsizdir, alçaktır. Psikopat bir zihniyetin tezahürüydü bu herifler. Askerler yönetime el koymasaydı da bu herifler ülkeyi uçuruma mı sürükleseydi. Ayrıca sadece ordu mu istedi bunu. Öncesinde “Ordu göreve” diye bağıranlar Alman vatandaşı mıydı? Hayır. Bu ülkenin vatandaşıydılar. 27 mayıs sabahı askerleri omuzlarda taşıyan kimlerdi, tabi ki bu müdahaleyi arzulayanlardı. Hepimiz İnönü’nün askerleriyiz.

     Karşısında oturan kişiden onayı aldıktan sonra hesabı istedi binbaşı ve masadan kalktılar. O ana kadar binbaşıdan çekinen, sessizce Yassı ada’da yaşanan hadiselerden bahseden 6 genç biraz rahatlamışlardı.

     -Neredeyse masalarını yerle yeksan edecektim. Orospu çocuğu bin başına bak. O kadar hizmeti Alman vatandaşına mı getirdi peki Menderes? Ülkeyi krizden alıp refaha sürükleyenleri unutmasın bu millet. Nankör herifler!

     -Doğru diyorsun da 1957 seçimlerinden sonra biraz karışmadı mı ortalık. Gücün verdiği sarhoşlukla tökezledi Menderes ve çevresi. Hatta öncesinde de yanlış eylemleri vardı, halk evleri ve köy enstitülerinin kapatılması çok yanlış bir karardı.

     Kadehini dikip masaya koyan Burhan söze girdi:

     -Komünist yetiştiren bu kurumların kapatılması müspet bir karardı bence. Sovyet tehdidi neticesinde Amerika’ya yanaşmak hatta Kore’ye asker gönderip NATO’ya girmek de çok doğru eylemlerdi.

    -Daha önce adını duymadığımız, binlerce km uzaklıkta olan Kore’ye asker göndermek mi doğru bir karardı? Kaç vatan evladı o meçhul topraklarda şehit düştü. Ne uğruna, NATO denen bir kurum  uğruna. Bence fevkalade yanlış bir karardı.

    Başıyla Kenan’ın dediklerini onaylayan Selim:

   -Doğru söylüyor Kenan ki bunu orada arkadaşı şehit düşmüş biri olarak söylüyorum. Eğri oturalım doğru konuşalım, ne kadar doğrusu olsa da yanlışları da olmuştur bu iktidarın.

   -Bunları geçelim beyler, bu kıyafetlerle,cüzdanımızdaki kabarıklıkla ve de kartvizitimizle bu masada oluşumuz tamamen Demokrat Parti’nin iktisadi kalkınma planlarıyla olmuştur. Ayrıca radyoda Vatan Cephe’sinde hepinizin ismi okundu.

    -O radyoda Chpli kuzenimin ismi bile okundu, önlerine gelen her ismi kalabalık yapsın diye okuyorlardı, bunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca seni 555K eyleminde en ön saflarda görmüşler, buna ne diyeceksin?

   -Orda galeyana geldim, hepsi bu. Fıtratımı biliyorsunuz, böyle nümayişlerde en ön saflara balıklama atlama huyum var.

    Sigarasını ateşleyen Kenan alaycı bir tavırla:

   -Evet canım biliyoruz, 6-7 Eylül’de Beyoğlu’nda en önde yağmacılarla birlikte olan sendin.

   -O hamasi bir duyguydu, Atatürk’ün evinin bombalanması haberi bu duyguları kabarttı birden. Tabi haberin yanlış olması o olayları doğru göstermez. Orada olmam bittabi hataydı.

    Sigarasını küllüğe çırpan Selim masanın ortasına mıh gibi çaktı gözlerini.

    -Lorik Hanım vefat etmiş.

    -Lorik Teyze mi? Yapma be!

    -Lorik Teyze kim?

    Kenan, Selim’e döndü suratını.

    -Ermeni kendisi. Adalar’daki yazlık evimizin komşusuydu. Burhan ve diğer çocuklarla sokakta oynadıktan sonra bizi çağırır kurabiye ve şerbet verirdi. Bahçedeki meyve ağaçlarından dut, kayısı, erik envai çeşit meyveyi önümüze serirdi. Ailelerimizle arası çok iyiydi, geceleri annem ve teyzemle otururdu bahçede. Çok iyi kadındı. Bayramlarda verdiği mendiller hala saklıdır bende. Beyoğlu’nda terzi dükkanı vardı. Annemin, ablamın elbiselerinin çoğu onun elinden çıkmaydı. 6-7 Eylül olaylarındaki o infiâl de onun dükkanını da yağmalamışlar, yerle yeksan etmişler ortalığı. Bir de üstüne tehdit etmişler kadıncağızı. Memleketindeki bu tavır onda derin bir acı yaratmış, Adalar’dan bir daha hiç çıkmamış, şehre hiç düşmemiş yolu. Kahrından ölmüş anlayacağın.

    Burhan elini yanağında gezdirdi bir süre, sonra yumruk haline getirdi. Pişmanlığını gizlemeye çalışırmış gibi yumruk ettiği elinin içinde. Bir süre sessizlik içinde içkilerini yudumladılar. Yavaş yavaş meyhanenin masaları boşalmaya başlamış, çakır keyfler Beyoğlu sokaklarına atmışlardı kendilerini. Pek konuşmayı sevmeyen Ragıp, sessizliği bozmak için masanın ortasına bir soru fırlattı:

       -Asarlar mı sence?

      -Yok canım nereye asıyorlar, asmazlar, asamazlar.

      -Değil mi ya? 10 yıl memlekete başvekillik yapmış adamı asmak kolay mı! Bundan sonra mecliste ne olur acaba?

      -Ne olacak ki, atmosfer direkt belli zaten. İsmet Paşa, gerdeğe girecek bir delikanlı gibi iktidar için sabırsızlanıyor. Chp’nin artık değişmesi, revizyona uğraması gerek.

     -Kim gelecek Abi, Nihat Erim mi? Adam da bir kere liderlik vasfı yok.

     Kadehler döngü halini almıştı ve artık ağızlardan sarhoşluğun verdiği yetkiye dayanarak çıkan cümleler vardı sadece. Hayatın üzerinden kısaca bir geçildikten sonra Burhan bir elinde kadehi diğer elinde sigarası ayağa kalktı. Bu mertebeyi de beğenmeyip sandalyenin üstüne çıktı. Masadakiler de bir şaşkınlık hali. Kadehi kaldırdı ve bağırarak;

   -Benim için hala başvekil olan Adnan Menderes’in şerefine.

    Diğer 5 kişiyi ayıltan bir cümleydi bu, masa buz kesti resmen. Şu ahval ve şeraitte söylenecek bir cümle miydi bu? Bırak söylemeyi, düşünmesi bile hayatını tehlikeye atmaktı. Fakat laf ağızdan çıkmıştı, dilin kemiği yoktu. Tüm meyhane duymuştu bu cümleleri. Meyhane de ve masalrda hafif bir hareketlilik hasıl oldu. Ragıp kalksak mı artık diye sordu masadakilere, fakat şişe bitmeden kalkmak olmazdı, oturmaya devam ettiler. Yaklaşık yarım saat sonra birkaç polis meyhaneden içeri girdi, masadakiler asayiş kontrolü diye pek önemsediler polisi. Polisler garsonlarla bir süre konuştuktan sonra masalarına doğru hareketlendiler. Bu asayiş kontrolü değildi, biri ihbar etmişti besbelli. Polis amiri, inkilap aleyine konuşmaktan bu 6 kişiyi tevkif ettiğini söyledi. 3 gün sonra Cumhuriyet gazetesinin başsayfasının alt kısmında şöyle bir habere konu oldular:

6 kişi Menderes için kadeh kaldırmaktan ve inkilap aleyhine konuşmaktan sanık.”


Zeyrek 

Ankara 

2016